31 Ekim 2012 Çarşamba

Her Ay Bir Kitap-Genç Emekli, Zengin Emekli


Bu aralar, Robert Kiyosaki'nin kitaplarını hatmetmekteyim. Yukardaki de bunlardan biri. Adam 47 yaşında, eşi de 37 yaşında artık emekli olmuşlar.

Düşünsenize, ne kadar harika bir şey! Para için zamanınızı, gençliğinizi, sağlığınızı vermiyorsunuz. Artık, yeterince paranız var. O kadar ki siz, para için çalışmıyorsunuz, paranız sizin için çalışıyor. Finansal olarak özgürsünüz artık. İstediğinizi yapabilirsiniz. Her gün size pazar. Her gün tatil. "Ben üretmeden duramam" diyorsanız da çalışın, sizi tutan yok. Ama düşünsenize, artık para için çalışmıyorsunuz. Keyfiniz için çalışıyorsunuz.

Ama nasıl? Hepimizin sorusu bu işte. Bunun için yapmamız gereken ilk alıştırma "nasıl"dan ziyade "niçin"e odaklanmak. Eğer bunu istemenizin güçlü bir nedenini bulursanız, bu sizin yol almanızı sağlayacak bir tutku olacaktır.

İlk önce bunu bulmanız lazım. Bu sizin umudunuz olacaktır. Yoksa, ilk tökezlemede vazgeçme ihtimaliniz çok yüksek olur. Bunu yapmak için "neden zengin olmak istiyorsunuz?" sorusuna 15-20 tane cevap bulun. Yazın cevaplarınızı bir kağıda. Sonra bunlara öncelik verin. İlk sırayı alan sizin tutkunuzdur.

Sonra, zihinsel değişim geliyor. Öyle ya, bugününüzü yaratan şu anki fikirleriniz, inançlarınız. Yarınınızı da aynı şekilde yaşamak istemiyorsanız bunların değişmesi gerekiyor. Para, zenginlik konusunda size engel olan düşüncelerinizi yakalayın. Hani kaynaktan su akar ya. Siz oraya niye elinizde ince belli bir çay bardağıyla gidiyorsunuz da başkaları ellerinde bidonla, kovayla gidiyor? Niye bunu tercih etmişsiniz. Bir düşünün bakalım.

Sonra yeni fikirleri, inceden inceye işleyin kendinize. İşleyin ki yarınlarınıza, bu fikirlerin tohumlarını ekin. Zengin bir insan nasıl bakar dünyaya? Onun gözleriyle bakın. Ne hisseder? Onu hissedin. Nasıl davranır? Öyle olduğunuzu düşünün. Düşüncelerinizde yaratın yeni kendinizi. Emin olun ki, yeni siz, şimdiki sizin göremediği yolları, kaçırdığı fırsatları görecektir.

Ama hep diyorum ki önce buna layık olduğunuza inanın, buna değer olduğunuza inanın.

sevgiler :)

"Eğer bugün bir adam, bir ağacın gölgesinde yatıyorsa, yıllar önce bir filiz ektiği içindir." Les Brown

30 Ekim 2012 Salı

Saygı Mı? Korku Mu?

Toplumda bize öğretilen kurallar vardır. Özellikle büyüklerin küçüklerden beklentisi çoktur. Bunlardan biri büyüklerin sözü kesilmez, diğeri cevap verilmez, vs. Hepsine de toptan "büyüklere saygı" deriz, yıllarca da okullarda bunu ant olarak içmişizdir. Tanısanız da tanımasanız da, üzerinizde emeği olsa da olmasa da, büyük büyüktür ve saygı duyulmalıdır.

Çok güzel bir kuraldır gerçekte. Toplumumuzu bir arada tutan dinamiklerden biridir. Aile ve akrabalık bağlarını güçlendirir, hem geçmişi hem geleceği korur.

Ama işte bazen, bazı büyükler tarafından suistimal edilir. Herşeye hakkı olduğunu düşünür bazıları. İncitmeye, kırmaya...O ne yaparsa yapsın, o ne derse desin "büyüktür". Küçük susmak zorundadır.

Evet, küçük susması gerektiğini hisseder. Ama bu saygıdan değil, korkudandır. Çünkü, toplumun bir kuralıdır bu ve dışlanacağından korkar bilinçaltı. Ayıplanacak olmak ve dışlanmak daha fazla mücadele gerektirir. O yüzden, susturur bilinçaltı.

Karşıdaki saygı sanar, belki kendini daha da haklı sanar ama işin aslı budur.

Toplumumuzdaki her büyüğümüz yaşına hürmeten, direkt olarak saygımızı kazanmıştır. Ama bazen, bir önceki yazımızdaki gibi daha 5 yaşında gibi davranan büyüklerimiz de vardır. Eğer ki canınız bu şekilde bir duruma sıkılmış ama tepki veremiyorsanız, öyle ya da böyle mesafe koyup uzaklaşmanız en güzelidir. Çünkü, bilinçaltınız sizi susturabilmek için kendinizi suçlu hissettirecektir.

Bazı büyüklere sevgiyle saygı hissederken, bazılarına korkuyla saygı(?) duymak zorunda kalırsınız. Siz sadece farkında olun, onları değiştirmeye çalışmayın, kendinizi bu tür negatif durumlardan uzak tutmaya çalışın yeter. Çünkü siz de bu dünyaya bir kere geliyorsunuz, bunu aklınızdan çıkarmayın. Güzelliklere layıksınız, negatifliklere değil.

sevgiler

23 Ekim 2012 Salı

Büyümemiş Büyükler, İçimizdeki Küçükler

Çoğu büyüğümüzün tüm benlikleriyle hala çocuk kaldığını, çocukluğunu aşamadıklarını görüyorum. 5 yaşındaki bir çocuk gibi kapris yapmak, 5 yaşındaki bir çocuk gibi küsmek, 5 yaşındaki bir çocuk gibi içine kapanmak...vs Gerçekten onlar adına üzücü. Bir girdabın içinde dönüp duruyorlar sanki. Ama farkında değiller.

Aslında hepimizin bir yanında büyümemiş, büyümeyi reddeden bir çocuk kalır. Siz fiziksel olarak büyürsünüz ama onlar öylece kalırlar. Büyümeyi unuturlar aslında. Tamamlanmamış bir çocukluktur. Hala onu tamamlamaya çalışır. Bir peri gelip onu kurtaracak ve o daha mutlu bir çocuk olacaktır. O periyi hep bekler durur. Büyümeyi kabul etmez. Takılıp kalmıştır orda. Hala bir umudu vardır çünkü. Eğer büyürse, sorumluluk onun omuzlarına yüklenecektir, o bir şeyler yapmak zorunda kalacaktır. Halbuki ne kadar da acizdir kendisi. Nasıl yapabilir? En güzeli, en güvenlisi çocuk kalmaktır.

Bir çocuk daha fazla korkar, ürker çünkü. Bir başkasına, bir yetişkine ihtiyaç duyar. Onun adına başkasının karar vermesi gerekir, o bir karar verirse onaylanması gerekir. Sevilme ihtiyacı vardır. Kendini o zaman güvende hisseder. Sevilmek için de elinden geleni yapar, kendi olmaktan vazgeçer, nasıl olması isteniyorsa öyle olur. Kabul edilme ihtiyacı vardır. Kabul görürse, barınma-yiyecek ihtiyacı karşılanır. Yine kendi olmaz. Bu ihtiyacı karşılayanların hamurunda yoğurulur, onlara boyun eğer. Sonra bu çocuk büyüse bile aynen devam eder. Büyüdüm sanır ama hala aynı tedirginlikler içindedir.

İçimizdeki ürkek çocukları büyütmemizin artık zamanı geldi. Onların korkularına esir olarak yaşamaktansa cesur olup hayatla yüzleşin. Onlara korkularının artık bir anlamı olmadığını anlatın. Bu korkulardan kurtarın onları. Sonra büyümeyi kabul edeceklerdir. Onları siz büyütün. Artık o çocuk sizin. Tamamen size ait. Nasıl büyütmek istiyorsanız büyütün.

Büyümesin, öyle kalsın diyorsanız da farkına varın. Bırakın, hayata korkarak bakan bir çocuk değil de hayattan keyif alan, varlığının değerini hisseden, kendine güvenen bir çocuk olsun. Ona bir yetişkin olarak her daim yol gösterin. Siz ona yol gösterin ki o da size kararlar almanızda destek olsun, cesaret versin, güven versin. Zaten siz o'sunuz, o da siz. Kendinizi ayrı düşünmeyin. Aynı geminin içinde farklı yönlere yürümek gibi bir şey. Geminin kaptanı yıllarca o olmuş olabilir. Ama artık dümene geçin, kaptanın kim olduğunu gösterin.

Yoksa, ne olur biliyor musunuz? Farkında bile olmadan anne, babalarınız gibi olmaya başlarsınız. Onların yaptıklarını yapar, yaşadıklarını yaşarsınız. Ama, kendinize bir şans verirseniz, bu döngüyü kırabilirsiniz. Kendinize inanın ve güvenin. Gemi sizin, kaptan da sizsiniz!

sevgiler


22 Ekim 2012 Pazartesi

Aşk Yolu, Aşkın Yolu....

Yorulacaksan, zorlanacaksan, şikâyetçi olacaksan, keşkelere sığınacaksan, söze ama diye başlayacaksan, girme Aşk yoluna.
Aşk yolunda U dönüşü yoktur!
Aşk der ki sana; yolumdaysan, Başım Feda yoluna;
ama bil ki seninde başını isterim yoluma.
Kahır, kapris gelecekse senden, amenna.
Ama ayağına diken batarsa yolumda, ah edip vahlanma.
Aşk bilek gücü değil Yürek işidir.
Yüreğin Yetmiyorsa düşme yollara...

MEVLANA


20 Ekim 2012 Cumartesi

Küsmek

İnternette bir şey dolanıyor: "Küsmek masumluktur, seni seviyorum demektir" falan filan...

Bunlar külliyen yalan :) Niye derseniz?

Küsmek aslında, "kendimle yüzleşemiyorum" demektir, "senden değil kendimden kaçıyorum" demektir, "sen öyle bir şeyi hissettiriyorsun ki bana, bunu kabullenmeye henüz hazır değilim, korkuyorum, cesaret edemiyorum" demektir.

Ya da küsmek, "ben küçükken de küserdim, bana kıyamazlardı, gönlümü alırlardı, sen de bana insaflı davran" demektir. Ama olmaz, artık büyümüşsünüzdür. Küsmek, "sorumluluktan kaçmak" demektir.

Küsmek, aslında bir yüktür. Ağır bir yüktür. Hep kendinizi haklı bulup, onu eleştirmektir. Ağır bir yükü başka türlü hafifletemezsiniz zaten.

Çünkü, bu dünyadaki en ağır yük, duygusal yüklerdir. Bazen kin ve öfkeyle taşırız bu yükleri, bazen intikam hissiyle, bazen de umutla. Ama ne olursa olaun, sizi tutsak eder bu duygular.

Taa ki kendinizle yüzleşene kadar. O zaman omuzlarınızdaki yük kalkar, hafiflersiniz. O zaman, gerçekten görüşmek isteyip istemediğinize karar verebilirsiniz.

İşte, o zaman "umursamaz" gibi görünmeyi bırakır, gerçekten "umursamazsınız".

sevgiler

18 Ekim 2012 Perşembe

Erkekler Neden Aldatır?

Şimdi, mevzu mühim, dikkatlice okuyun :)

Bir erkeğin gönlünde bir kadın ya da çok kadın yatmasının tek bir suçlusu vardır, o da "vasopresin reseptörleri"dir. Neymiş? Vazopresin reseptörleri.

Bu nedir, açıklayalım. Erkeklerin vücudunda salgılanan ve fareler üzerinde yapılmış deneylerde tek eşliliği sağladığı kanıtlanan bir hormon, bu bizim vazopresin.

Ama marifet, bu hormonu salgılamakta değil, marifet algılamakta.

Vazopresin reseptörü dediğimiz, vazopresin algılayıcıları ne kadar uzunsa bir erkek de o kadar tek eşli olmaya meyilli. Yok, eğer kısaysa, zavallım hormonu algılayamadığı için tek eşlilik duygusundan mahrum kalıyor, çok eşliliğe yöneliyor. Hani, erkek mutludur felan, ona sözümüz yok da onunla birlikte olan hatunun vay haline!

Fiziksel bir durum olduğu için erkeğin suçu yok, yaradılış. Bizi aldatan onlar diil, hain vazopresin receptörleri :) Kadın ne yaparsa yapsın, engel olamaz. Kulakları işitmeyen birine "beni neden duymuyorsuuunnn!" diye bağırmak gibi bişiy. Ya vazgeçeceksiniz böyle bir erkekten ya onu bu şekilde kabul edeceksiniz ya da elinizde vazopresin şırıngasıyla dolaşıp basacaksın hormonu, bakın o zaman gözü sizden başkasını görüyor mu :))

Hadi beyler yine yırttı: "Ama hayatım, yapabileceğim bişiy yok ki, vazopresinim düşük" :)) Hemen basın hormonu :)

sevgiler

Not: "Erkek Beyni-L.Brizendine" adlı kitapta vazopresin çalışmalarıyla ilgili detaylı bilgileri bulabilirsiniz.

Pargalı'dan Hatice Sultana..."İki Değil Bir Olmaktır Derdim"

Sen böyle bir aşk mektubu yaz, sonra da git aldat! Olacak iş mi? "Erkekler neden aldatır?" bir sonraki konumuz olsun o zaman :)

Tabi herkes, "Muhteşem Yüzyıl" dizisini izlemiyor olabilir. Ama ben takipçilerindenim :) Dünkü bölümde bir keman eşliğinde okunan bu yazı gerçekten Pargalı İbrahim'e mi aittir bilemiyorum. Lakin çok hoşuma gittiği için paylaşmak istedim. Yazanın eline, gönlüne sağlık diyelim...

sevgiler


Ey her candaki gizli hazinem, her harap gönüldeki inci tanem, her kanatsız kuştaki gizli kanadım,
Ey gönüllerdeki zahirim, suretlerdeki manam,
Ey sevgilim, ey sultanım,

Aşk aşk derim, erimek isterim. İki değil, bir olmaktır derdim.

Harap olmuş yüreğim, kırılmış kanatlarım, uçarım enginlere. Gözlerim ama, kulaklarım sağır, yolum sadece aşkadır. Aşk değil midir yağmuru yağdıran, suyu buluta, bulutu suya dönüştüren, aşkla toprağı kavuşturan, tüm tohumların içine zerk olan, kendini açığa vuran? Toprağın deli gibi kaynaşması değil midir kavuşması aşıkların?

Ey sevgilim, ey sultanım,
Nasıl ki ben size sevdalıysam, su da toprağa sevdalıdır. Güneşin yakıcılığına aldırmaz, aşkla dönüşüne aldırmaz. Buharlaşıp gökyüzüne çıksa da tekrar bilir döneceği vakti. Sabırla bekler. Eser rüzgar, çakar şimşek, ağlar bulut, su kavuşur yine aşkına. Aşıkların kavuşmasına eşlik eder tüm kainat.

Ey her candaki gizli hazinem, her harap gönüldeki inci tanem, her kanatsız kuştaki gizli kanadım,
Ey gönüllerdeki zahirim, suretlerdeki manam,
Ey sevgilim, ey sultanım,

Aşk aşk derim, erimek isterim. İki değil, bir olmaktır derdim...

Güç Bende :)

İşte, biz de hep bunu diyoruz. Güç bizde! Şu aşağıdaki birkaç aylık sıpayı da kendimize örnek alıyoruz :)



17 Ekim 2012 Çarşamba

İmkansız Diye Bir Şey Yoktur

İmkansız diye bir şey yoktur. Siz öyle sanırsınız. Sadece buna inanmış bir zihin vardır. Ne zaman ki, bu inancınızdan kurtulursunuz, ancak o zaman etrafınızdaki fırsatları görebilirsiniz.

Zihninizde yarattığınız ekolojik bütünlüğe uymayan şeyler için zihin, süper bahaneler üretir ve sizi ondan uzak tutar. Eğer ki zihninizde bir şeyler değişmeye başlarsa, artık siz de şöyle düşünmeye başlarsınız: "Hakikaten ya, olabilir aslında". Daha önce binlerce kez karşılaştığınız ve görmezden geldiğiniz fırsatı, değerlendirmek için önünüz açılmıştır artık.

Siz sadece şunu düşünün: "Bunun mutlaka bir yolu vardır. Sadece şu anda ben göremiyorum. Ama bu yol mutlaka önüme çıkacak."

Ve kesinlikle çıkar :)

Hikaye Milton Ericson'la ilgili. Kendisi bir hipnoz ustası. Onun hakkında daha sonra yazacağım, idollerimden birisidir, eminim siz de ona hayran kalacaksınız. Hikayeye başlayalım:

"Milton Ericson, bir gün buzlu bir yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir genç görür. Genç, yol buzlu olduğu için ve kaymaktan korktuğu için karşıya geçememektedir. Ericson, onunla konuşmaya başlar. Genç, bir süre sonra kendisini yolun karşısında bulur. Şaşırır. Bunun nasıl olduğunu sorar. Ericson'un cevabı basittir: 'Yolda buz olmadığına ikna oldun.'"

sevgiler :)

15 Ekim 2012 Pazartesi

Bereket Bilinci

Para harcama bilincindeki değişiklik aslında kendinize duyduğunuz sevgiyi, kendinize verdiğiniz değeri, özgüveninizi arttırmanın bir yan etkisidir.

Nasıl mı? Şöyle ki:

İnsan kendini sevdikçe, kendine haksızlık etmeyi bırakır, özdeğer arttıkça kendini ön plana koyar, özgüven arttıkça iç rahatlık ve huzur da artar. Bu şekilde, çevrenin ne düşündüğünden daha bağımsız hale gelir.

Mesela, "illa her mevsime bir siyah ayakkabısı olmalıdır" kuralını yıkar, kırmızı ayakkabısıyla da kendine güvenen bir mevsim geçirir(tasarruf :)).

Mesela, "hayır" diye geri çevrileceğinden korkmaz, pes etmez, kaybedecek bir şeyi olmadığın farkına varır, daha büyük hayallere adım atabilir(cesaret:)). 6 ay boyunca kendisine "hayır" diyen bir kadına sonunda "evet" dedirtmek gibi :)

Kendi değerini arttırmak, kafasında yarattığı sınırlardan kurtulmak insanoğluna çok şey yaptırabilir. Para bunun yan etkisidir, doğal olarak akışta artış olur.

Ama yeter ki korkmasın işte, yeter ki o kafasında yarattığı sınırların gerçek olmadığını bilip yıksın işte....

Bu mevzu da böyle işte :)

sevgiler

Not: Para, para, para derken sizin iç zenginliğinizi pratikte arttırtmaya çalışıyoruz aslında. Çünkü, çoğu kişiye soyut gelen kişisel gelişimin en somut örneği, uygulaması budur bence...

İndirimler ve Alışverişin Getirdiği Mutluluk :)

Peki ya indirimler? Aman aman, büyük tuzak. "iki ürün alana ikinci yarı fiyatına, 3 ürün alana 3. bedava" filan...

Burda, ürünün fiyatı düşüyor olabilir, normalden daha ucuza da geliyor olabilir. Ama, sorumuz neydi? Hatırlayalım hemen: "Gerçekten ihtiyacım var mı?"

Arkadaşınız yurtdışına gider, hemen bir kozmetik siparişi, orda daha ucuz çünkü. Peki, gerçekten ihtiyaç mı?

Bir yere gidersiniz, oranın gümüşleri meşhur, gitmişken almak lazım. Gerçekten ihtiyacınız var mıydı?

Şimdi, örnekler çoğaltılabilir de bir de bir gerçek var: Biz bayanlar, alışveriş yaptıkça, yeni şeyler aldıkça mutlu oluyoruz :)

Yalnız, başka bir gerçek de var ki: bu mutluluğumuz kısa sürüyor :)

Eğer ki para harcayarak daha uzun süre mutlu olmak istiyorsanız, sosyal etkinliklere yatırım yapın. Buna zorlayın kendinizi! İndirimlere de kanmayın :)

sevgiler

Not: Beyler özellikle eşlerine okutuyorlarmış bu yazılarımızı :) Hep birlikte değişeceğiz merak etmeyin, o bilinci yavaş yavaş, tekrarlarla oluşturuyoruz...yeniden sevgiler, hanımlara selamlar :)

Bakış Açısı

Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,
Hakk'ın yarattığı her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,
Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde.

Hacı Bektaş-ı Veli

İnançlarımız, Kafamızdaki Gerçekler ve Biz

İnsanoğlu, kafasında özene bezene, bebeklikten itibaren bir dünya yaratır. Vücudumuzu düşünün: Hani nasıl yabancı bir madde vücuda girdiği zaman tepki gösterir, savaş başlar, onu dışarı atmaya ya da yok etmeye çalışır, işte zihnimiz de kendi dünyasını, gerçekliğini bu şekilde korur.

Filtreler, görmezden, duymazdan, anlamazdan gelir, ya da anlar, anlar ama kendi istediği şekilde anlar, aklına yatmayan tarafı kırpar, eksik olan kısımları kendi tamamlar, kendi dünyasına uydurur, ha uymadı mı, o zaman unutturur :)

Bu aslında düşüncelerden yaratılmış bir dünyadır. Kim bilir küçücük bir çocukken kimin sözlerinden etkilenmişsinizdir, kim bilir hangi yetişkin kendi korkularını size yansıtmış, siz de bunu zihninize aynen kabul etmişsinizdir.

Artık, farkına varma zamanı gelmedi mi? Artık, kendinize yaptığınız bu haksızlığa son verme zamanı gelmedi mi?

Düşüncelerinizi değiştirin, hayatınız değişsin...Dünyaya bir de yepyeni düşüncelerle bakın :)

sevgiler

Çoğu insan "Gördüğüm zaman inanırım der".
Gerçek şu ki, inandığımız zaman görmeye başlarız.

James J.Mapes

13 Ekim 2012 Cumartesi

Paranın Kölesi Mi? Paranın Efendisi Mi?

Malesef, "paranın efendisi" dediğimizde çoğumuzun kafasında olumsuz bir imaj ve duygu oluşmakta. Halbuki hiç birimiz de "paranın kölesi" olduğumuzu kabul etmiyoruz. Paraya tapmıyoruz, evet ama, parayı da kendimiz için çalıştıramıyoruz. Çünkü, para bizim için kötü, tü kaka yani. Halbuki, bu inancınızı aşsanız, ona değer verseniz, o sizin sadık bir hizmetkarınız olacaktır. Para kazanmak için gençliğinizi, sağlığınızı tüketerek kendiniz çalışmayacaksınız, paranız çalışıp kazanacak. Ha illa "ben üretmeden duramam" diyorsanız da farketmez, istediğinizi zevkle üretin, ama para için değil ;)

Şimdi sizlere Robert Kiyosaki'nin kitabında anlattığı gelir tipine gôre 4 kategoriden bahsetmek istiyorum:

1. Maaşlı çalışanlar: ünvan, mevki, yetki farketmez, bu sınıftaki herkes aynı bilinç düzeyine sahiptirler, çalışmaları karşılığı maaşlarını alırlar, arada terfilerle maaş, yetki ve ünvanlarda artış olur, bu ödül sistemiyle daha da bağımlı hale gelir, daha da kendini esir eder

2. Kendi işlerini kurup başına geçenler: küçük bir ekiple çalışırlar ama esas işi yapan kendileridir, doktor muayenehanesi, avukat bürosu vardır, kuaför dükkanı, tesisatçı gibi. para akışı onlar çalıştığı sürece vardır, çalışmayı keserlerse para akışı da kesilir.

3. Yatırımcılar: bunlar çalışmazlar, yaptıkları yatırımlar çalışır. kira gelirleri, hisse senetleri, hazine bonoları gibi

4. Yöneticiler: Bunlar büyük şirketlere, zincirlere vs sahip olan, dünyadaki %3'lük kesimdir. Takımın başıdırlar, takımı kurarlar, vasıflı insanlar onlar için çalışır. Bunlardaki vasıf ise liderlik yetenekleridir.

Şimdi, şu an bir karar verin: Hangi grupta yer almak istiyorsunuz? Gerçekten özgür olmak istiyor musunuz? Yoksa, güvenli kutunuzdan memnun musunuz? Kafanızı bile kutunun dışına çıkarmak istemiyor musunuz? Karar sizin!

Eğer cesursanız birlikte yol almaya devam ediyoruz, anlaştık mı :)

sevgiler

12 Ekim 2012 Cuma

E Ne Duruyoruz O Zaman? Hadi Zengin Olalım :)

Peki, finansal özgür olabilmek için zengin mi olmalıyız? Bu soruyu cevaplamak için de önce zenginliğin tanımını yapmamız gerekir. Daha önceki yazılarımızda da yapmıştık galiba, ama yine yapalım, tekrarlar bilinçaltına yerleşmesi açısından her zaman önemlidir.

Zengin olmak ne demek? Çok paramızın olması mı?

Milli piyango kazanan insanların haberlerini okumuşsunuzdur. 2 sene içinde sıfırlandıklarını, sefil bir hayat sürdürdüklerini felan. Bunlar sadece bizim ülkemizde de böyle olmuyor, bizim insanımıza özel değil. Her ülkede aynen gerçekleşiyor. Peki neden? Çünkü onlar, zengin olmanın "harcamak" anlamına geldiğini düşünüyorlar.

Halbuki zengin olmak bir ölçü meselesidir. Yaşamını finansal açıdan özgür bir insan olarak ne kadar süre devam ettirebilirsin? Aylık "bu kadar" harcarım, elimdeki parayla ve yan gelirlerimle de hiç çalışmadan "şu kadar" ay yaşayabilirim. İşte "şu kadar ay" sizin zenginliğinizin ölçüsüdür. Yoksa, elinizdeki paranın miktarı bunun ölçüsü olamaz.

Zengin olmanın birinci kuralı olarak ne demiştik? Para harcamak değil, parayı elinde tutma becerisi kazanmak. Harcamak marifet değil yani anlayacağınız. Bunun için de ilk soru şudur: "Gerçekten İhtiyacım Var Mı?" 
Sonra da o parayı, senin için çalışır duruma getirmek. Akışı sağlamak, akışın sürekliliğini sağlamak.

Şimdi size çok çok uçlarda bir örnek vermek istiyorum. Ama demek istediklerimi anlatabilmek için güzel bir örnek: Diyojen'i duymuşsunuzdur. Fıçı içinde yaşayan ve Büyük İskender'e "gölge etme başka ihsan istemem!" diyen, diyebilen düşünür. İşte bu adam zengin. Niye? Çünkü gerçek anlamda ruhsal bilinç seviyesi yüksek. Kaybedecek hiçbir şeyi yok. Ve gerçekten ihtiyacı da yok. Bizim amacımız bu bilinç düzeyine çıkmak değil tabi :) (Biz, belirli bir düzeye çıkmanıza yardımcı oluruz. Gerisini siz getirirsiniz artık :))

İşte, kendinizi sistemden ne kadar özgür kılabilirseniz para biriktirme becerinizi de o kadar geliştirirsiniz.

Son olarak da Ömer Hayyam'ın şu dizeleriyle yazımızı tamamlayalım isterseniz, sevgiler :)

İki günde bir somun geçiyorsa eline
Soğuk suyu da olursa bir kırık testide
Niçin kendinden kötüsüne kul olur insan,
Ne diye girer kendi gibisinin hizmetine?

Finansal Özgürlük diyoruz :)))


Finansal Özgürlük! Gerçekten Özgür Müyüz?

İlginçtir, bu yazıyı yazmıştım ama bir şekilde silinmiş. O yüzden, daha önce okuduğunuzdan farklı gelirse şaşırmayın lütfen.

"Finansal özgürlüğü" tanım olarak hepimiz, "para kazanmak, kimseye muhtaç olmamak" olarak biliriz. Özellikle, evli bayanlar için bu tabir çok kullandığı için bu şekilde yer etmiş olabilir. Hani, "kendine bir iş bul, çalış, ekonomik özgürlüğünü kazan ve kocana muhtaç olma, onu çekme" diyen öğütlerde hep bu anlamda kullanırız. Ve bu şekilde de yer etmiştir zihinlerimizde.

Sizce siz ekonomik olarak özgür müsünüz? Hadi bu tanımı yeniden çerçeveleyelim. Bu soruya bir de o zaman cevap verin :)

Yaşamınızı sürdürebilmek için çalışıyorsunuz. Para kazanmanız lazım. Klasik haftanın 5 günü, sabahtan, akşama çalışmak zorundasınız. Sizin için belirlenen izin saatleri var. Yöneticinizden izin alıp tatile de çıkabilirsiniz. Sizce, siz özgür müsünüz? Bırakın çalışmayı o halde! Aaa, para kaynağı mı kesildi yoksa. O zaman, tekrardan verin, haftanızın 5-6 gününü, o günlerin günışığı gören saatlerini, tekrar esir edin hadi. Akış yeniden başladı, di mi? Emek karşılığı kazanıyorsunuz, o ayrı. Ama zamanınızı, gençliğini ve sağlığınızı satıyorsunuz.

Belki çok güzel bir kazancınız var. Harika. Ama bu kazancınızı, istediğiniz zaman kullanabiliyor musunuz? Hayır! Size bahşedilen, kısıtlı zamanlarda bunu yapabiliyorsunuz?

Şimdi tekrar soruyorum. Siz, şu anda kendinizi "finansal özgür" bir insan olarak hissedebiliyor musunuz?

Halbuki, belki, en güzel üniversiteden, en yüksek puanlarla mezun oldunuz. Bu iş de hayalinizdeki işti. Güya ekonomik özgürlüktü. Kandırıldık mı acaba? Sistemin çarklarında farkında olmadan yerimizi aldık, emekliliğimizi bekliyoruz belki de. Ama işte, özgürlük felan değil bu. Direkt bağımlılık. Öyle değil mi?

sevgiler :)

Not: Bu arada, düşünce biçimimizde bunun nasıl özgürlükle eşleştiğini görün. Düşünce değişince hislerinizin de nasıl değiştiğini farkettiniz mi?

10 Ekim 2012 Çarşamba

Gerçekten İhtiyacınız Var Mı?

Artık, bu soruyla yaşamaya öyle alıştım ki yavaş yavaş da "yaşam standartım" olmaya başlıyor.

Sistemin bizi yönelttiği şey, hep eksiklere, bizde olmayan şeylere odaklanmamız. Sahip olduğumuz şeylerin yetersiz olduğuna ikna oluyoruz. Daha iyisini, daha güzelini, daha donanımlısını istiyoruz. Böylelikle çarklar dönüyor.

Halbuki elimizdekilere, sahip olduklarımıza odaklansak. Onların iyi, güzel yanlarını görsek, onların da aslında yeterli olduklarının farkına varsak...Güzel olmaz mı?

O halde artık, bir şey almak isteğinizde bu soruyu bir sorun: "Gerçekten ihtiyacım var mı?"
İçinizden çok büyük bir arzu geliyorsa alırsınız, neden olmasın? Ama bu arzuyu yaratan nedir? Siz mi, yoksa sistem mi? Gene siz alın ama bunu bilerek alın. Bu sizin için bir adım olsun.

sevgiler :)

İflas Etmek

Bu hafta sonu, iflas etmenin hayatta yaşanabilecek en güzel deneyimlerden biri olduğunu anladım.

Niye biliyor musunuz? Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, hayatın bir şekilde devam edebileceğinin farkına varılmasını sağlıyor bu deneyim. Ve hep bu korkuyla yaşamanızı sonlandırıyor. Bu korkuyla belki yapmak istediğiniz şeyleri yapamıyorsunuz. "Ya elimde avucumda bir şey kalmazsa ne olur? Çocuklarıma ne olur? Bana ne olur? Ne yer? Ne içeriz? Nerde kalırız?" Bir ton soruyla risk almaktan korkuyorsunuz.

Ama bu sorulara en güzel cevabı da yine hayat veriyor: İflas ediyorsunuz. Cevapları buluyorsunuz. Bir şey olmuyor.  Evet, zor günler geçiriyorsunuz. Hayat standartlarınız düşüyor(Bu konuyla ilgili çok yazıyoruz, bunları takip edin, kimin belirlediği standartlara göre yaşadığımızı anlayalım.). Ama ne oluyor???

Yüzleşiyorsunuz. Korkularınızla yüzleşiyorsunuz. Ve daha cesur olmak için bir şans yakalıyorsunuz. Niye biliyor musunuz? Çoğu kişi bu korkularıyla bir adım dahi atamazken, siz yüzleşmiş ve aslında başa çıkabilecek durumda oluyorsunuz. Daha fazla güçleniyorsunuz. En kötüsünü yaşıyorsunuz zaten. Daha kötüsü ne olabilir? Sizi öldürmeyen şeyin daha güçlü kılacağını bizzat deneyimliyorsunuz.

Diğer, güvenli kutularında yaşayan insanlara göre hayat size bir fırsat sunuyor. Ama işte, bu fırsatı nasıl değerlendireceğiniz sizin elinizde. Ya buna şükredip ayağa kalkacaksınız. Ya da mağdur olduğunuzu düşünüp hep kaybeden tarafta olmayı tercih edeceksiniz.

Eğer böyle bir deneyim içindeyseniz, hayalleriniz neler, yapmak istediğiniz şeyler neler? Bir şansınız var artık. Bunu bir düşünün lütfen....

sevgiler :)




İşte O Kadın....

Hani bir laf vardır ya, "Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır." diye....

İşte, eğer başarılı bir erkeğin arkasında bir kadın varsa o kadın hayalleri olan, cesur bir kadındır bence.

Ancak öyle bir kadın, yanındaki insanın risk almasına göz yumabilir.
Ancak öyle bir kadın, hayalleri olan bir insanı anlayıp, ona destek olabilir.
Ancak, öyle bir kadın, düştüğü zaman yanındaki insanı kaldıracak gücü kendinde bulabilir.

Ancak, öyle bir kadına sahipse bir erkek hayaller kurabilir, güvenli kutusundan dışarı çıkabilir.
Ancak, öyle bir kadına sahipse bir erkek cesur adımlar atabilir, cesurca deneyebilir.
Ancak, öyle bir kadına sahipse bir erkek risk alabilir, düşse bile yanında her daim birisi olacağına inanır.

Ancak, hayalleri olan insanlar birbirlerine destek olabilir ve birbirlerini ileriye taşıyabilir.
Zorlayın bunu bence...

sevgiler :)


Benzer Olaylar, Farklı Tercihler...

Size 2 kişiden söz edeceğim. Bu kişilerinin yaklaşık 30 yıl önce yaşadıkları ve bugünleri.

Birisi, 30 yıl önce küçük yaştaki çocuğunu kaybediyor. Diğeri de 30 yıl önce kardeşini...

Biri, yine de pozitif, güleryüzlü, hoşgörülü, yapıcı, açık aramıyor, açık kapatıyor, onun yanında kendinizi çok rahat hissediyorsunuz, neşeli zaman geçiriyorsunuz, etrafı insanlarla dolu.

Diğeri, mutsuz, yüzü asık, etrafa negatif enerji saçıyor, çevresindeki itiyor, onun yanında kendinizi diken üstünde oturur gibi hissediyorsunuz, beklentisi yüksek, hata yaparsanız iyice mutsuz olur diye korkuyorsunuz. Ve 30 yıl öncenin arkasına saklanıyor, bunu da size hissettiriyor.

Gördüğünüz gibi, olayları bazen kontrol edemiyoruz, yaşamamız gereken şeyleri yaşıyoruz, ama bugünkü tercihiniz, kim olmayı seçtiğiniz sizin elinizde...Geçmişi bugüne taşımak, onun yükü altında, hem kendinizi hem de etrafınızdakileri ezmek de sizin elinizde...

Her zaman dediğimiz gibi seçim sizin, güç sizin, kendinizi çaresiz görmeyin ve hayatınızdaki tek kontrol edebileceğiniz şeyi kontrol edin: Kendinizi...

sevgiler




9 Ekim 2012 Salı

Bir Gecede....

"Bir gecede kaderinizi değiştiremezsiniz, ama bir gecede yönünüzü değiştirebilirsiniz."  Jim Rohn

Neden o gece, bu gece olmasın?

sevgiler



8 Ekim 2012 Pazartesi

Sürekli Değişen Ayakkabı Modası

Farkında mısınız? Ayakkabı modası o kadar hızlı değişiyor, ama o kadar yumuşak geçişler yapılıyor ki hissetmiyoruz bile?

Bir ucu sivri, bir küt, bir yuvarlak, bi kalın topuk, bir ince, şimdi platformlar...Ne zaman, nasıl değişiyorsa, elinizde 2 sene önce aldığınız küt burun bir ayakkabı, giysen yuvarlak burunların arasında sırıtan, hatta kaba bile bulabileceğiniz bir görüntüye sahip oluyor ve tabii elinizde patlıyor. Yepyeni ama kullanamadığınız ayakkabılar dolaplarda kalabalık yaratıyor.

Onların yerine modaya uygun yeni çiftler alınıyor ve böylelikle kendimizi daha uyumlu, daha hoş hissediyoruz. Bu döngü şeklinde devam ediyor.

Aaa, bi de arada sırada "artık rahat ayakkabı giyeceğim" diye kararlar alıyoruz. Bi süre sonra bundan da cayıyoruz.

Biz bayanlar birbirimize çok benziyoruz. Sistem de bizi çok iyi tanıyor. Her daim her tarza uygun ama kendi istedikleri ürünlere bizi yönlendirmesini biliyorlar.

Yanlış mıyım :)

Beyler! Siz de bu yazıyı okuyorsanız anlayın bizi işte. Sistemin çarklarının dönmesi gerekiyor :)

sevgiler :)

6 Ekim 2012 Cumartesi

Çocuk Ağlaması ve Bilinçaltı

Çocuk ağlaması gıcıktır. Hele bir de çocuk sizin değilse.

Çocuk ağlayarak ya da üzülerek bir şeyleri elde etmeyi öğrenmişse, bilinçaltı da bunu aynen kaydetmiş demektir: Üzülürsen mutlu olursun, ağlarsan mutlu olursun.

Bilinçaltı yorum yapmaz: Ya, sen daha küçüksün, sevimlisin, hem onlar da yorgun, dayanamıyorlar, o yüzden dediğini yapıyorlar, gibi yorumlamalara asla giremez. Genelleyerek, doğru kabul eder.

Yetişkin hayata gelince işler her ters gittiğinde üzülen bir insan karşımıza çıkar. Çünkü bilinçaltı, üzüldüğü zaman her şeyin istediği gibi olacağını sanır. İstediği gibi olmazsa bilinçaltı daha fazla üzülümesini sağlar. Öğrendiği tek yol budur. Mutlu olmak istiyorsa üzülmek, ağlamak gerektir.

Var mı etrafınızda böyle tanıdıklarınız ;)

sevgiler :)

5 Ekim 2012 Cuma

Dost Arıyorum Ey Aşk, Dost!

İçimde bir yangın var ey aşk, gönlümde ateş. Gözümde yaş, gönlüm yangın, gözüm nehir. Arıyorum ey aşk, içimdeki yangında, ateşte yanmayan İbrahim'i arıyorum. Ararken göz çağlayanının eteklerinde ıslanıyorum. Ne o yangın, ne de o gözyaşı temizliyor gönül evimi.

Ne yangınlar var hanemde ey aşk. Bana ateşle dost olan bir İbrahim gerek. Arıyorum ey aşk. Yakınlaştıracak bir yol, yaklaşacak, yakına daha yakına ulaştıracak bir "burak", belki bir çıkış, belki bir yükseliş, belki bir umut, belki bir söyleyiş, belki bir iksir arıyorum.

Dönüp dolaşıyorum ey aşk. Dolaşıp duruyorum.

Koşup duruyorum ey aşk, koşup duruyorum. Bir serseriyim, belki bir harabi; lakin yine de arıyorum. Arıyorum ey aşk, Nuh'un selamete ulaştıran gemisini Kagdağı'nda arıyorum. İnançla ve gayretle bütün dağları, ateşten denizleri geçtim, bir sahil-i selamete ermek için Nuh'u arıyorum. Ellerimi salıverdim, orada burada dolaşıyorum, sanki bir serseriyim. Fakat yüreğim içime açık, içimdeki semaya. Anka'yla hemdemim, halleşiyorum, dertleşiyorum, Süleymanca kurtla kuşla konuşuyorum.

Bir dost arıyorum ey aşk, bir dost. Kurbanla yakınlaşan bir dost...Kurbanla yakınlaştıran dost!

Dost bir nefestir, dirilten ölü ruhları. Dost Halil'dir, dost İsa'dır, dost kainatın övüncü, alemin rahmeti ve bereketi Hakk'ın Habibi'dir.

Dost arıyorum ey aşk, dost.

Aşkın Gözyaşları-Tebrizli Şems
Sinan Yağmur

4 Ekim 2012 Perşembe

Biz "Adını Fatmagül Koymakla" Meşgulkene

Dün akşam televizyon başında mutlu mesut Hürrem'i, Kuzey'i, Güney'i izlerken bir twitter'a göz atalım dedik. Aman Allah'ım o da ne! Herkes #SavasaHayir diye feryat ediyor. Gençler, İngilizcelerini konuşturmuş, "biz Türkler savaş istemiyoruz" diye dünyaya seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Basın haberlerine bakıyorsun, sağolsun ecnebi bizi çoktan savaşa sokmuş, iyice de gaz vermeye çalışıyor.

Ülkeler arası ilişkiler de insanlar arası ilişkilere çok benziyor aslında. Sizin rahatsız olduğunuz bir kırmızı çizginiz var. Bu kırmızı çizgiyle koruduğunuz değerleriniz var; bir "değerler bahçesi" olarak düşünün. Bunun ötesine geçip değerlerinizi çiğneyen birine tepki gösterirsiniz. Tepki vermez de sineye çekerseniz, değerleriniz daha da çiğnenir. Bazen en baştan tavırlarınızla, bazı sınırlar koyarsınız ki cesaret bile edemesin kimse. Bunu karşı tarafa hissettirirsiniz. Onlar da sizin değerler bahçenize adım bile atamazlar. Atsalar, başlarına ne geleceğini tahmin ederler ve tahmin ettiklerinden korkarlar. Bunlar sessiz iletişimin parçalarıdır.

Ülkeler arasında da aynı şeyler geçerlidir. Milli gelirlerin yaklaşık %90'ının savunma sanayine harcandığını okumuştum zamanında. Doğrudur. Karşı tarafı, güç gösterisi yapmadan, güçlü olduğuna ikna etmen gerekir, bir nevi korkutma yani. İlla savaşarak kendini kanıtlaman gerekmez. Göz korkutmak yeterlidir. Bu da karşı tarafta caydırıcı bir etki yapar.

Şimdi Suriye'yle aramızdaki problemde de benim aklıma 2 seçenek geliyor:
1. Ya biz onları yeterince ikna edemedik (tırstıramadık)
2. Ya da kaybedecek bir şeyleri kalmağına inanıyorlar.

2.'si çok tehlikeli. Kaybedecek bir şeyi kalmadığını düşünen insan, her şeyi göze alabilir.

Umarız, ve diliyoruz ki çözüm, "yurtta sulh, barışta sulh" ilkesinin ışığında bulunur. Karar mekanizmaları, fevri davranmaz da sağduyulu bir şekilde adım atarlar. Ben akıllıca ve sağduyulu davranacaklarına inanıyorum.

Bu vesileyle, şu küçük hikayeyi de hatırlayalım :)

Günlerden birgün italyan Büyükelçisi Ata ile görüşmek ister ve huzura kabul edilir. O zamanın muhtelif ekonomik-siyasi konuları hakkında konuşulduktan sonra, büyükelçi "Ekselans, dün Roma ile yapmış oldugum bir görüşmede; "Hükümetimizin Hatay'ı almak istediği kararını size iletmem söylendi" der.
Odada buz gibi bir hava eser. Ata, büyükelçiye birşeyler daha ikram eder ve iki dakikalığına odadan ayrılır. Döndüğünde ayağında çizmeleri, üzerinde mareşal üniforması, belinde tabancası vardır. Doğruca masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmak'ın bağlanmasını ister ve Çakmak'a;
"Paşam, İtalyan dostlarımız Hatay'a gelmek istiyorlarmış. Hazır mıyız?" der.

Fevzi Çakmak durumu anlar ve "Biz hazırız Paşam" diye yanıtlar...
Ata büyükelçiye döner ve "Biz hazırmışız. Hükümetinize söyleyin, isterlerse gelip Hatay'ı alabilirler" der. :)))

sevgiler ve barış dolu günler dileyelim biz de...

 

3 Ekim 2012 Çarşamba

"Seçme şansı tanınsa yine engelli babası olmayı seçerdim"

Tasavvufla ilgili bilgi edinmek için kitap araştırıyordum. Bu tür kitapların dilleri biraz ağır sonuçta. Bir alt yapı olmayınca terimleri anlamak zor.



Sonra, Mim Kemal Öke'nin "Aşk'la Dans" adlı kitabına denk geldim. Okuyanların yorumları iyiydi. Ben de aldım ve başladım kitaba. Kitabın önsözündeki hikaye beni çok etkiledi. Kızından bahsediyor Mim Kemal Öke, down sendromu ile doğmuş olan kızı Nazlı'dan. Onunla birlikte nasıl yeniden doğduğunu anlatıyor ve kitapta yazdığı bilgilerin de bu süreçte oluştuğunu. (Kitap kızıyla ilgili değil, bunu belirtmek isterim.)

Siz de internetten "mim kemal öke down sendromu" yazıp bulabilirsiniz, ama ben bir tanesini paylaşmak istedim burda. Eminim okuyunca siz de çok duygulanacaksınız....



18.04.2011 16:45 HATAY (İHA) - Prof. Dr. Mim Kemal Öke, down sendromlu kızı Nazlı'nın gelişmesi adına 20 yıl çabaladığını belirterek, "Belki engelsiz bir çocukla bu kadar güzel bir 20 yıl geçiremeyecektim. O nedenle seçme şansım olsa ben yine kızımın babası olmak isterdim" dedi.

Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Antakya'da 'Eğitim Her Engeli Aşar Kampanyası' çerçevesinde düzenlenen konferansta bir engelli babası olarak yaşadıklarını anlattı. Edindiği tecrübelerin kendisini insan olarak olgunlaştırdığını söyleyen Öke, "Kızım Nazlı doğduğunda hastanede 'down sendromlu' haberini aldığımda ilk şoku yaşadım. Bir balyozun beynime indiğini hissettim. Engelli bir çocuğa sahip olacağımı hiç düşünmemiştim. 1990'da dünyanın en iyi profesörlerinden biri olmuştum, 1991 tarihinde ise kızımız dünyaya
gelmişti. Ben bir siyaset bilimci olarak toplumun düzenini en iyi şekilde tesis etmenin yollarını ararken ve bu konuyla ilgili birçok proje ile uğraşmayı hedeflerken engelli bir çocuğa sahip olmamın bütün ideallerimin, çalışma hayatımın önünde büyük bir engel teşkil edeceğini düşünerek büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı yaşadım. Çocuğumun engelli olduğunu öğrendiğimde önceleri bu durumu kabullenemedim. Benliğim benim gibi Türkiye'nin en genç, geleceği parlak bir profesörünün bunları yaşamaya hakkı
olmadığını düşünüyor, durumu kabullenemiyordum. Çocuğumu hiç öpmüyor, yanına bile girmiyordum. Neden bendim ve neden bana bu çocuk verilmişti? Bir anda hayatla aramda inanılmaz kalın bir perde çekildi. İnsanlara küstüm, bir süre teselliyi içkide aradım. Annesine kızımızı göstermeden ondan kurtulmanın yollarını düşündüm ama öyle bir yol yoktu ve sonuçta eşime durumu anlatmak zorunda kaldım. Anne yüreği evladını bütün eksiklerine rağmen kabule hazırdı ve öyle de oldu" diye konuştu.
Ancak kendisinin hala kabulde zorlandığını, zaman zaman içindeki kötülüğün sesiyle mücadele etmek zorunda kaldığını ifade eden Öke, şöyle konuştu:
"O ses bazen çocuğumuzu öldürüp kurtulmamı dahi söylüyordu. Tanrıya küsmüştüm. Küslüğüme rağmen gittiğim bir cuma namazı esnasında daldığım bir anda çocuğumun beni ilahi cezadan kurtardığını gördüğümde koşarak eve geldiğimi ve çocuğuma sarılıp onu öptüğümü ve 'affet beni evladım' diye ağladığımı hatırlıyorum. O gün ben baba olmuştum. Daha sonraki süreçte durumu kabullenmemin ardından kızım için neler yapabileceğimi düşünmeye başladım. Eşimle birlikte yurt dışlarına giderek her kapıyı çaldık, gereken
bütün tedavileri yaptırmanın yollarını aradık, aynı sorunları yaşayan insanlarla tanıştık. Bu süreçte sosyal duyarlılıklarla hareket eden insanların yanı sıra kendini bilmez çevrelerle de karşılaştık. Ama bunları bir şekilde hep aşmaya çalıştık, kızımız gün geçtikçe gelişme gösteriyordu. Ancak bu hiç kolay olmuyordu. İğneyle kazmaya çalıştığımız kuyunun üzerinden toplumun yanlış bakış açısı nedeniyle bir anda greyderlerle geçildiği zamanlar çok oluyordu. Kızımız depresyona giriyor, bizse onu
iyileştirmenin yollarını arıyorduk. İşte tam da bu zamanda Afrika danslarıyla tanıştım ve kızımla birlikte müziğin terapi gücünden yararlanmaya çalıştım. Hem ben hem kızıma iyi geliyordu bu dans ve müzik. Sonra kızımı musiki derneğine de götürmeye başladım. Alevi deyişleri, Bektaşi nefesleri, ilahiler gibi insanın ruhuna hitap eden her müzik türünde biz kızımla birlikte çalışmalar yaptık. Sonuçta insanlarla göz kontağı dahi kuramayan kızım bugün sizlere buradan minik parçalar seslendirebiliyor ve
çalabiliyor. Biz bunu eğitimle sağladık. Sizler de anne babalar olarak çocuğunuzun kalbine giden yolları arayınız. Hem size hem çocuğunuza iyi geldiğini göreceksiniz. Ben bu süreçte çocuğumla inanılmaz güzel bir bağ kurdum, onda gerçek sevgiyi tattım ve dünyaya yine gelsem yine onun babası olmak isterdim engelsiz bir çocuğun değil."
Prof. Dr. Mim Kemal Öke, "Engelli bir çocuk için neden ben sorusunun cevabını buldunuz mu?" şeklindeki bir soruya ise şu yanıtı verdi:
"Evet. Çünkü Tanrı benim olgunlaşmamı, dünyaya bakış açımın değişmesini, dikkatli bakıldığında hayatın eksilerinde dahi güzellikler olduğunu, insanlara tepeden bakmamamı, herkes için yapılabilecek şeyler olduğunu, gerçek sevgiyi öğrenmemi, kısaca insan olmamı istiyordu. İnsan olabilmek zordur. Sıra dışı işler sıra dışı kişilere baş etmeleri için verilir. Bunun için beni ve siz engelli ailelerini seçti diye düşünüyorum ve şükrediyorum. Nazlı beni insan yaptı. Onun gelişmesi adına 20 yıl çabalamadığım gün
olmadı, bu arada çok özel duygular hissettim. Belki engelsiz bir çocukla bu kadar güzel bir 20 yıl geçiremeyecektim. O nedenle seçme şansım olsa ben yine kızımın babası olmak isterdim."


1 Ekim 2012 Pazartesi

Akneleriniz Sizin Kontrolünüzde, Sadece Formülü Bilmek Lazım :)

Akne deyip geçmeyin, her yaşın problemi. Hatta, bilinçaltında ergenliğini yaşayamadığını düşünen bir yapı varsa, çok çok sonradan bile çıkabiliyor.

Ama mahkum muyuz buna? Tabi ki hayır :) Formül Saraçoğlu'ndan. (İbrahim Adnan Saraçoğlu) Uygulama tekniği benden :)

Elma sirkesi ile maden suyunu yarı yarıya karıştırın. (Limon, mimon ekstra başka hiçbir şey katmayın, yani kendi yorumumuzu katmıyoruz.) Bu karışımı buz kalıplarına dökün. Her sabah yüzüne sürüp kurumasını bekleyin.

Bu karışım,
 1. Eğer ki yeni çıkmaya başlayan bir akneniz varsa, onun daha fazla büyümesine engel olur.
 2. 1 hafta sonunda yüzünüzdeki akneler sönmeye başlar.
 3. 1 ay sonunda da farkedebileceğiniz bir şekilde artık aknelerinizin yoktur.
 4.  Eğer ki ara verdikten sonra tekrar çıkmaya başlarsa ( ki eskiye oranla daha nadir ve sönük çıkacaktır), yeniden  sürün. Zaten bir süre sonra arası iyice açılacak ve bir daha da çıkmayacaktır.

Bu karışım için benim tahmini açıklamam şöyle: Ciltte, akneye sebep olan "bilmem ne" bakterisi varmış. Her ciltte varmış ama cilt tipiniz bunun çoğalmasına uygunsa, o da daha fazla artış gösteriyor ve akneye sebep oluyormuş. İşte elma sirkesinin bu bakterinin çoğalmasını engellediğini sanıyorum. Maden suyunun da cildi besleyici özelliği olduğunu biliyorsunuzdur. Bu karışımda da elma sirkesini seyrekleştirmek için kullanılabilecek en uygun su. İçme suyu bu kadar etkileyici olmuyor bu arada.

İşte sabahları, cilt temizliğinden sonra bir kalıp buzu yüzünüze, dekolte bölgenize, vs sürün ve kurumasını bekleyin. Tonik yerine bunu kullanın. Elma sirkesini de seyrekleştirmeden kullanmayın. Maden suyu da bunun için. Gece yatarken sürmeyin isterseniz. Hatta hiçbir şey sürmeyin yüzünüze. Cildiniz kendini gece yenilemekte. Bırakın bu işi yapsın, doğal akışını sürdürsün. Gözenekleri felan kremle kapatmayın, müdahalede bulunmayın.

Eğer ki karaciğerden kaynaklanan bir problem varsa, tabi ki doktorunuza görünün. Bir de Saraçoğlu'nun lavanta kürünü uygulayabilirsiniz, aklınızda olsun, bir araştırın....

Ben, açıkcası, ilaç tedavisini, karaciğeri yorduğu için çok sakıncalı buluyorum. Yan etkileri olmayan doğal çözümler bana daha makul geliyor.

Ayrıca, Louise Hay'ın bir kitabı var: Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri. Bu kitapta da akne için sebep "Kendini kabullenememe. Kendinden hoşlanmama." olarak belirtilmiş. Doğrudur. Hastalıklar, rahatsızlıklar önce zihinde başlar. Zihinde belirlenen şey, daha sonra gerçeğiniz olur. Özellikle, ergenlik çağındaki çocuklarda bu sebep bana çok doğal geldi :) Ya size :)

sevgiler hepinize :)

Etiketler